Crosby Street Hotel’e “Orada Mısın, Tanrım?” filminin vizyonu için geldiğimde. Ben mi Margaret?” Lobideki bir adam ismimi bir listede buldu ve arkasından beni vestiyer kontrolü için bir sıraya yönlendirdi. Kalabalığı görmeden ilkin duydum.
Popüler Soho buluşma yeri, binlerce göğüs büyütme egzersizi ve erişkinlik hakkında samimi konuşmalar başlatan romanın gülen, söyleşi eden, selfie çeken, şampanya yudumlayan hayranlarıyla doluydu. Bir masa Blume’un kitabının nüshalarıyla, bir diğerinde kişiselleştirilmiş günlüklerle doluydu. Mine, “Orada mısın Tanrım? Benim, Elisabeth.”
Ne yazık ki, “Lütfen Judy Blume ile bir öğleden sonrasında bizlere katılın”dan sonrasında davetiyeyi okumayı bırakmıştım; daha ne bilmiyorum gerekiyordu? Ne yazık ki, bu toplantı hayal ettiğim yakın ilişki olmayacaktı, Blume ve benim boş bir tiyatroda oturup bir kutu Milk Duds için birbirimize bağlandığımız toplantı. Bu bir etkinlikbir fotoğrafçı, iki hashtag — #itsmemargaret ve #margaretmoment — ve her yaştan, cinsiyetten, ırktan ve ironik gözlük tarzından insan, kutlamak için orada bulunduğumuz hikayeye olan bağlılığımızı bir adım öteye taşıyor. Odanın üstünde “takıntılı” ve “tapıyorum” benzer biçimde kelimeler ağır ve italik harflerle asılıydı.
“Anlamıyorsun,” dedi bir yabancı. “BEN ben Margaret.”
Normal olarak anladım. Ben de Margaret’tim. Tüm dostlarım da öyleydi ve bir ihtimal seninki de.
“Orada Mısın, Tanrım?” kitabının ne kadar mühim bulunduğunu abartmak zor olurdu. Benim, Margaret”, X Kuşağı’nın kızları içindi, bilhassa de olayın geçmiş olduğu (kurgusal) New Jersey banliyösünün kuzeyindeki birkaç çıkışla büyüdüğüm alt küme.
Kabarık çıkartmalara, meyve rulolarına, jöle ayakkabılara, Madonna bilekliklere ve Cabbage Patch Kids’e bayılan kızlardık biz. Bizlere eşit olduğumuz söylendi, sadece “erkekler adam olacak”, kaba davranışlara karşı tamamen kabul edilebilir bir yanıttı. Diktatörlük için bir kelimemiz yoktu. Google’ımız yoktu. Şanslıysak davet beklemeye alma yaşadık. Hakikaten şanslıysak, yatak odamıza kadar uzanan kablosu olan çevirmeli bir telefonumuz vardı. Filmler sinemalardaydı, radyoda müzik vardı ve günde bir kez haberler ön basamaklara gümbürtüyle iniyordu. Kitaplar kağıttan yapılmış oldu.
Judy Blume, öteki araların haberlerini taşıyan (hemen hemen buluş edilmemiş bir terim) bu silolar halindeki dünyaya yürüdü. “Orada mısın Tanrım? Benim, Margaret?” onun açık konuşmasıydı.
Bizim için Margaret Simon bir karakter değildi, o bir vekildi – sütyenine çorap dolduran, kendi derisinden rahatsız hisseden kız için; bir gecede olgunlaşan, taşınan ya da cimrileşen bir arkadaşı için vatan hasreti çeken kız için; tampon kutusunun içindeki origami ile katlanmış talimatlardaki diyagramları anlamaya çalışan kız için.
Sıhhat dersinde, kıpkırmızı suratlı hocamız sigara içmek için dışarı çıktığında kıs kıs gülerek Film’i izledik. Eski moda düzmece tezahüratıyla Kitap’ımız vardı: “Hanım oluyorsun! Kabarma!” Bir ihtimal ailemiz bizlere The Talk’u verdi, bir ihtimal vermediler. En iyi senaryo, “sperm”i tamamen atlayarak “rahim”, “yumurtalıklar” ve “fallop tüplerine” eğildiler. Ayrıca banyo lavabosunun altında tamponlar var.
Fakat gene de o denli fazlaca sorumuz vardı ki, dile getirmek için güç bela dile getirebildiğimiz ve yalnız bir yatıya kalma esnasında karanlıkta fısıldamaya cesaret edebildiğimiz sorular. Margaret bu soruları sordu ve Blume içtenlik ve saygıyla yanıtladı.
Işıklar kararmadan ilkin Crosby’de konuştu – gerçek Judy Blume, şimdi 85 yaşlarında, sıcak bir halde kendini küçümseyen fakat bununla beraber podyuma çıkmasına birlikte rol alan alkışların uğultusuna da açıkça alışmış. Dünyaya gelişinden 52 yıl sonrasında nedenini şu şekilde söyledi: “Orada mısın Tanrım? It’s Me, Margaret” filme hazırdı. Şimdi 60’larının başlangıcında olan kızı için yazdığı en kişisel kitabı bulunduğunu söylemiş oldu. Çocukluk arkadaşlarına orada oldukları için teşekkür etti. Olmuş olmaları Judy Blume hakkında bir şeyler söylüyor.
İtiraf edeyim, gösterime dırdır etmeye ve münakaşaya hazır olarak geldim. Ya film korkulu olsaydı? Ya Margaret’in ya da Garden State’in ya da hatırladığım özgür fakat kurallara bağlı devrin özünü yakalayamazsa? Daha da kötüsü – fikrin kendisi beni hasta etti – ya film kitabı gölgede bırakırsa?
Simon ailesi Manhattan’dan Morningbird Lane’e taşındığında, müdafa pozisyonumdan kurtulmuştum. Margaret altıncı sınıfa başladığında (patron komşusunun talimatıyla çorapsız), kalite denetim kisvesini üzerimden atmıştım.
28 Nisan’da gösterime giren film hakkında bilmeniz gerekenler: Kitaba sadık kalınmış. Ergenliğin eşiğindeki bir kişinin savunmasızlığını, merakını, ara sıra gaddarlığını ve gösterişsiz potansiyelini yakalar. 11 yaşındaydım, 11 yaşlarında üç çocuk annesiydim ve bu bana bu karmaşık ve göz kamaştırıcı yaşa hala taze bir bakış kazandırdı.
Yarı yolda, önümdeki fotoğraf kadar net bir anı su yüzüne çıktı. Beşinci sınıftaydım, yatak odamdaydım, okuldan eve dönerken bana otomobil çarptığında leğen kemiğim kırılmıştı. Bunun ıstırabı o denli mükemmeldi ki, tekrar böyle bir durum yaşamadım – ne doğum esnasında, ne iki hafta süresince yeşil bir serpinti gözüme takılınca, ne Budapeşte’de hızla giden bir Segway’den düşüp üç kaburgamı kırdıktan sonrasında. ve bir dirsek.
Dikkatimi dağıtmak için çaresizdim, hareketsiz yatmaktan başka bir şey yapamadım, komodinden bir roman aldım. Ne işe yaradığını tahmin edebilirsiniz.
Margaret’in o gün odama iyi mi indirilmiş olduğu bir muamma. Bir ihtimal kitabı bir arkadaşımdan ödünç almışımdır ya da kütüphaneden almışımdır. Bir ihtimal kız kardeşim bana ya da ben hastanedeyken kasabaya gelen büyükanneme bırakmıştır. Akrabalarım ihtimaller içinde suçlular değildi; anlaşılır bir halde dikkatleri dağılmıştı, ek olarak annem Judy Blume’u Barbie’lerle aynı kategoriye koydu: fazlaca fazla grafikBizim için değil.
“Orada mısın Tanrım? Benim, Margaret”, yatak örtümdeki ışık değişince onu içime çekerek bir günde okuduğum ilk kitaplardan biri oldu.
Öğleden sonrasında okul müdürü beni görmek için uğradı. Kadın Murray’i hakikaten tanımıyordum – baş belası değildim, yetenekli değildim – fakat işte oradaydı, yatağımın kenarına tünemiş, odamı keskin parfümüyle dolduruyordu. Beynimde “Yapmalıyız, yapmalıyız, göğüslerimizi büyütmeliyiz” olduğundan, bluzunun fazlaca transparan bulunduğunu fark etmekten kendimi alamadım, sutyeninin arkasından yukarı çıkan kopçaları ve göz kapaklarını sayabildim.
Kadın Murray’in sorularını cevaplarken — Sınıfımdan kartları almış mıydım? Cubby’mden bir şeye ihtiyacım var mıydı? – Kafamın içinde meydana gelen paralel sorgulamayı görmezden gelmeye çalıştım: “Fıstık” çarşaflarımın bebeksi bulunduğunu mu düşündü? Yaram rahmime yakın olduğundan iğrenmiş miydi? En acili: Kadın Murray avucumun altına saklamaya çalıştığım karton kapaklı kitabın başlığını fark edecek miydi?
Müdürün regl dönemleri ve göğüsler hakkında okuduğumu bilmesini istemedim. Ya öğretmenime söyleseydi? Ya benim bir sapık olduğumu düşünürse? 11 yaşındaki çağdaş bir çocuğun utançtan bu kadar etkilenmeyeceğini düşünmek arzu ederdim fakat itimat bana, 80’ler değişik bir zamandı.
Annemin getirmiş olduğu çayı yudumladıktan ve üçümüz koltuk değneği dostu Cadılar Bayramı kostümleri üstüne beyin fırtınası yaptıktan sonrasında, Kadın Murray cüzdanını omzuna attı ve gitmek için ayağa kalktı. Fakat ilkin bordo tırnaklarını “Orada Mısın Tanrım? Benim, Margaret,” işaret parmağını nazikçe Margaret’in yüzüne dayadı.
“Bu fazlaca iyi bir şey,” dedi. “Eğlence.”
Bando yoktu, şimşek yoktu. Toprak ayaklarımın altından kıpırdamadı. Yalnız bir tanınma kıvılcımı vardı: aynı okuyucu, aynı ruh. O kadardı. #margaretanım.
Bir kitapta, ne kadar doğru olursa olsun, bir filmden yada bir TV programından alamadığımız bir yakınlık var – 3-D’de bile, en yüksek çözünürlükte. Bir filmi iki elinizle tutamazsınız. Kokusunu alamaz, baş harflerini koyamaz yada en sevdiğin yerlerin altını çizemezsin. Onu kütüphaneden denetim eden öteki insanların, yaşamın izindeki dedektif arkadaşların isimlerini okuyamazsın. Kendi çocuklarınıza bulaştıramazsınız.
Bir film izlemenizi sağlar; bir kitap sizi içeri çağrı ediyor. Fazlaca sevdiğiniz bir kitap, en sevdiğiniz sayfanın kapısını bile açabilir. Bir kitap, en fazlaca gereksinim duyduğunuz anda sizi bulacak ve tam olarak kelimeleri özümseyebileceğiniz hızda, bilmek istediklerinizi size gösterecektir. Tıpkı Margaret’in kendisi benzer biçimde kuvvetli bir omurgası ve sağlam bir bağları var.
Jenerikler akıp tiyatro aydınlandığında, sırılsıklam mendili tutan tek gözyaşı döken şahıs ben değildim. Ve elbet, tiyatronun kapısında her konuğa teşekkür eden Judy Blume vardı. İki saat ilkin, onunla tanışmak erişkin hayatımın en mühim vakası olurdu; şimdi, ağlayarak kız kardeşimi arayıp New Jersey’e giden trene binmeden ilkin, aşılması ihtiyaç duyulan fazlaca beğenilen bir engeldi ve orada birazcık daha ağladım.
Söylemek istediğim o denli fazlaca şey vardı ki: Bana dürüstlüğün nerede ise her şeyin acısını iyi mi emebileceğini gösterdin – kaygı, utanç, yalnızlık, korku, hatta insan vücudunun şaşkınlıkları. Bana hiçbir şeyin ağza alınmayacak bir şey olmadığını öğrettin. Margaret’in devamlı rafımda bir yeri olacak. Ve yalnız merak ediyorum/baskı yok, menopozla ilgili bir devam filmi düşündünüz mü? Margaret uykusuzluk mu çekiyordu? Melatonin mevzusunda şansı var mıydı?
Fakat Judy Blume’a veda etme sırası bana vardığında ağzımdan yalnız iki kelime çıkabildi: “Teşekkürler.”
Yanıtı, kitaplarında bulduğumuz mesajı yankıladı – bugün hala dalgalanan, ergenliğin eşiğine diktiği bayraktaki ileti. Gözlerimin içine baktı ve basitçe, “Bir şey değil,” dedi.
tarafınca üretilen ses Taksitli Abecassis.